29.06.2010

Sex and the New World Order

29.06.2010 0

Geçen gün kız arkadaşımın hatırına sinemada "Sex and the City 2" 'yi izledik. Amerikalıların tabiri ile tam bir "chick-flick" olan bu filime mırın kırın ederek girdim ancak salondan son derece beğenerek ayrıldım. Yıllar önce annem bayıla bayıla izlerdi dizisini Sex and the City'nin; bende salona oturmaya gittiğimde eli mahkum izlerdim. Karakterleri az buz bildiğim için hoşuma gitti film belkide, hiç bilemiyorum. Diziyi takip etmeseniz bile filime gitmenizi tavsiye edeceğim yinede. Özellikle ilişkilerde kendini başarılı bulmayan erkeklerin gitmesini istiyorum hatta. Popüler kültürle yoğurulan genç kızların nelere tepki vereceğini, nasıl erkeklerden hoşlandıklarını, ne yapmaktan hoşlandıklarını vs. anlamanız için iyi bir kaynak çünkü. Sun Tzu'nun savaş öğretilerinde dediği gibi: "Düşmanını anlamak için, kendi düşmanın haline gelmelisin". Evet, karşı cinsle ilişkiyi savaş sanatıyla yorumlayacak kadar enteresan bi insanım =)


Ancak esas konumuz bu değil. Filmi izlerken dikkatimi en çok Abu Dhabi'deki sahneler çekti. Samantha vesilesiyle kızlar Abu Dhabi'de 1. sınıf bir tatile davet edilirler. Dubai'den sonra en hızlı gelişen Birleşik Arap Emirlikleri şehiri olan Abu Dhabi'ye iner inmez her birine birer özel şöför ve hizmetçi tahsis edilir. Hizmetçiler kızların her türlü işini büyük bir şevkle yapar. Hatta ilerleyen dakikalarda Carrie kendi hizmetçisini akşam azad etmeyi unuttuğu için adam sabaha kadar yanlarında kalır. Özür dilemek için konuşurken Carrie hizmetçisiyle küçük bi sohbete girer ve orda adamın arap değil hintli olduğunu öğrenir.


Filmde bunlar olup biterken kız arkadaşım bana sarılmış, Sex and the City kızlarının ışıltılı hayatını izlerken ben bugün bulunduğumuz Dünya Düzeni hakkında derin düşüncelere daldım. Abu Dhabi, Bangkok, Minsk, Etopya (hatta Antalya, Bodrum) gibi hemen her türlü turistik yerde zengin insanlara modern kölelik yapan o kadar çok insan var ki... Özellikle Afrika ve Doğdu'daki yerlerde bu insanlar son derece kötü şartlar altında, çok talepkar ayak işlerinde komik maaşlara çalışıyorlar. Çin'de, Afrika'da, Hindistan'da ayda 10 dolar ve altında maaşla çalışan yüz milyonlarca insan mevcut.

Son zamanlarda özellikle kendi çevremde duyduğum tek bir cümle var o da "Amma çok zengin adam var bee!". Ankara'nın lüks ya da varoş hemen her eğlence ve alışveriş mekanının önünde Ferrari'ler, Porsche jipler ya da çeşit çeşit Mercedes'ler görünce her insanın aynı tepkiyi vermesi doğal tabi. Özellikle Ankara'nın en zengin semtlerinden Gazi Osman Paşa'da Mercedes'in sükse yapan yeni C serisi sedanları taksi gibi ortalıkta dolaşıyor ki en ucuzu bugün 75.000 Türk Lirası. Görünürde çok zengin varmış gibi duruyor evet, ama rakamlara bakıldığında durum o kadar tersine ki... Bugün ülkemizde serveti 1 milyon dolar ve yukarısı olan insan sayısı kaç biliyor musunuz? 35.000. Sadece 35.000 kişi. Türkiye'nin nüfusu 70 milyon kişi olsa - ki eminim daha fazladır. Mitoz bölünmeyle çoğalan kürtler sağolsun -, bu 35.000 kişi ülkenin onbinde 5'i oluyor, %0,0005! Yani o her yerde gördüğünüz lüks arabalar aslında ülkenin binde biri bile etmiyor. Türkiye'de bugün itibarı ile açlık sınırında yaşayanların sayısı ise 16 milyon. Bu da kabaca ülkenin %20 si eder... Aradaki uçurumu fark etmişsinizdir.

Yukardakiler Türkiye'nin istatistikleri. Durum Hindistan, Çin, Afrika ülkeleri gibi yerlerde çok daha vahim. Kaba hesap bütün Dünya'nın %1'i zengin olsa kalan %99'u son derece kötü koşullarda yaşıyor yani... 7 milyar insanın 6.9'u fakir, ömründe Mercedes alamayacak insanlardan meydana geliyor demektir bu.


Öyleyse Bugünkü Dünya Düzeninde ciddi bir sorun ve adaletsizlik var diyeceğim ama bu benim farkına vardığım yeni birşey değil elbette; izlediğim film bana sadece yüzyıllardır var olan bu gerçeği tekrar hatırlattı. Eğer ki insanlık olarak hep daha iyiyse gitmekse amacımız, zenginle fakir arasındaki uçurumların ortadan kalkması şart.

Peki bu uçurumları yok edecek çözüm nedir? Kapitalizm, Emperyalizm gibi ideolojilerden uzaklaşıp dünyaca komünizm'e geçmek mi? Böyle bir değişim asla bu probleme çözüm olmaz. Çünkü bu sefer de Dünya üzerindeki kaynakların sınırlı olması sorunu devreye giriyor. Bütün Dünya Karl Marx'ın hayal ettiği gibi eşit olacak olsa bu eşitliğin her anlamda sağlanması gerekir; maddi ve manevi. Ancak Dünya'daki bütün kadınların filmdeki kızların taktığı altın kolyelere sahip olması istense böyle birşey hiç bir şekilde sağlanamaz. Çünkü dünya'da o kadar altın rezervi yok. Aynı şey diğer doğal kaynaklar için de geçerli olduğu gibi kusursuz tasarlanmış otomobiller, devasa evler, hatta kulak pamuğu için bile geçerli olur =)


İnsanlar ve eski düşünürler adaletli bir dünya düzeni yaratmak için her insana aynı standartları sunmak gerektiğini düşünüyor. Peki ya onun yerine insan sayısını azaltmayı denesek daha mantıklı değil mi?

7 milyar insanın her birine güzel bir ev, güzel bir araba ve bugün sadece zenginlere müstahak olan tüketim malları ve yaşam tarzını sınırlı kaynakların olduğu bir Dünya'da vermek tamamen imkansız. 7 milyar insanı mutlu etmeye çalışmaktansa 5 milyar insanı mutlu etsek? 3 milyar insanı çok rahat yaşatsak? 2 milyar insanı zevkten öldürsek?


Uzun lafın kısası Çin ve Hindistan gibi nüfusu hızlı büyüyen ülkeler ucuz iş gücü sayesinde çok güçlü birer ekonomiye dönüşüyor olabilir ancak aynı zamanda çok güçlü birer sefil insan fabrikasına da dönüşmüş oluyorlar. 1 kişi yesin, 10 kişi açlık içinde ona hizmet etsin düzeni değiştirilecekse eğer; Birleşmiş Milletler gibi global bir nüfus planlama organizasyonunun kurulup, çok katı reprodüksiyon kurallarını tüm dünya'ya uygulaması, 50-100 sene sonrası için ciddi nüfus gerilemesinin sağlanması lazım...


Millet Sex and the City izlerken "aaa şu elbise ne kadar şıkmış" diye düşünürken ben bu yazdıklarımı düşünüyordum işte... Ha bir de Sarah Jessica Parker'ın artık pörsüdüğünü ve Jeremy Clarkson'ın tasvir ettiği gibi "Haşlanmış At Kafasına" benzediğini düşündüm =D

26.03.2010

Marketing is Everything

26.03.2010 0


Endüstri Mühendisliği'nden İşletme Fakültesine geçerek hayatımın belkide en doğru kararını verdiğimi düşünüyorum. Mühendislik azabını (eğitim değil, direk azap. Uğuruna hobilerinden, sosyal hayatından, enerjinden büyük bir oranda feragat etmeni gerektiren bir azap) tattıktan sonra İşletme bana o kadar kolay ve zevkli geldi ki... İçindeki kafa dengim insanlar da cabasıydı...

İlk iki senesi geçti ve bize bir uzmanlık alanı seçmemizi söylediler. İşletme'nin çeşitli dallarından biri üzerine yoğunlaşıp, kariyerimizi uzmanlık alanımız üzerine şekillendirebilmemiz için. Bölümdeki insanların büyük bir kısmı "finans" üzerine yoğunlaşmayı tercih etti. Ben ve benim gibi bir avuç insan ise pazarlama yani "Marketing" i seçtik. Pazarlama'nın yanlızca işletme alanında değil, hayat içinde elzem bir beceri olduğunu düşünüyorum çünkü. Dünya'nın en iyi ürününe sahip olsanız bile satamadıktan sonra ne anlamı var ki? Ya da hayatınızda, bir firmaya işe başvurduğunuzda esasında yaptığınız eylem kendinizi firmaya pazarlamak değil mi? Ve ya hoşlandığınız bir insanın hayatınıza girmesini sağlamak adına bir nevi kendi pazarlamanızı yapmıyor musunuz? Bütün bu eğitimler, iş tecrübeleri, çevreniz, CV'nizin doluluğu, dış görünüşünüze gösterdiğiniz özen v.s. aslında birer pazarlama stratejisi değil de nedir?

Artık yüzdük yüzdük ve işin sonuna geldik... Mezun oluyoruz... İşletme'nin son iki senesini de pazarlama konusunda uzmanlaşarak geçirdik... Şu son iki sene içerisinde aldığımız derslerden sonra İşletmeye bakış açım büyük ölçüde değişmişti... İşletme'nin hala kolay olduğunu düşünüyorum, ama ilk seneler düşündüğüm gibi zevkli gelmiyordu artık. Çünkü pazarlama adına verilen dersler o kadar mükerrer ki... "Pazarlama'ya Giriş" dersinde neler görüldüyse, devamında alınan ve içinde pazarlama kelimesi geçen her derste aynı şeyler tekrar edildi. Burada aynı şeyler terimi sakın ola ki benzer şeyler terimi ile karıştırılmasın. Bildiğiniz aynı şeyleri gördük. Aynı vaka çalışmalarını defalarca yaptık, aynı konu üstüne defalarca ders dinledik. Bu da doğal olarak insanın okuduğu bölümden soğumasına sebep oluyor.

Eğitime başlanan ilk senelerde söylenen "İşletme amma zevkliymiş ya" söylemlerinin yerini "İşletme'de hiç birşey öğretilmiyor" , "İşletme 2 sene de bitecek bir bölümmüş" , "MBA olarak okunsa yeterliymiş" ya da "babam benimle derslere girse beni okuldan alır " gibi laflara bıraktı... Yanlız bu lafları herkes etmiyor, sadece pazarlama seçenler ediyor. Finansçılar da böyle bir şikayet yok, onların muhasebe, istatistik vs. gibi çeşitli dersleri var ezberlemeleri gereken...

Peki biz niye böyle olduk? Pazarlama biliminin kıtlığı yüzünden mi? Okulun vasıfsızlığından mı kaynaklanıyor? Eski dekanımızın planladığı "major" sistemini, yerine geçen varislerinin ellerine yüzlerine bulaştırması yüzünden mi böyle hissediyoruz? Bunun gibi pek çok sebep ürettik bugüne kadar kafamızdan. Pazarlama konusundaki bıkkınlığımızın nedenini araştırdık. Ama bunu yaparken hiç bir zaman işin kişisel boyutuna inmedik. Ya pazarlama konusunda hiç bir problem yoksa?

Bu güne kadar bu konu üzerine cidden çok kafa yordum. Bunu yakın çevremdeki herkeste bilir. Geçenlerde ise konuya bakış açımı değiştirdim ve bambaşka bir düşünce yapısına büründüm. Ya gördüğümüz eğitimde bir sorun yoksa? Acaba Marketing bilimini çözdüğümüz için son senemiz bize sıkıcı geliyor olabilir mi?

Öncelikle Marketing ile Finans uzmanlıkları arasındaki farkları açıklığa kavuşturalım. Her ikisi de işletme eğitimi altında veriliyor olsa da aslında tamamen zıt kafa yapıları gerektiren konular.

Finans sayısal bir bilim dalı. Elde olan verilerin çeşitli matematiksel ve istatistiksel işlemlere sokularak sonuç çıkarmaya dayalı. Katı kuralları olan bir bilim dalı. Hangi durumda ne yapacağınız kitaplarda kalın kalın yazılı. Bir muhasebe kaydı tutarken ya da istatistiki bir tahmin tablosu hazırlarken beyninizin sağ tarafını dinlemezsiniz. Daha doğrusu dinleyemezsiniz, işin içine yaratıcılığınızı katarsanız yanlış bir iş çıkarmış olursunuz. Ne yapacağınız ve nasıl yapacağınız belli olan bir iş ne kadar vasıf gerektirebilir ki? 4 senede averaj bir insana çok rahat öğretilebiliyorsa 8 senede de çok rahat bir maymuna öğretilebilir yani. Çünkü işin içinde "yaratıcılık" yok.

Bu yüzden finans dalı bana mavi yaka işçi olmayı çağrıştırıyor. Yaptığınız iş ha tencere fabrikasında yürüyen bantta önünüze gelen tencereye kulp takmaktan ibaret olsa, ha önünüze verilen sayılardan anlamlı raporlar çıkarmak olsa. Ben arada bir fark göremiyorum...

Gelelim Marketing'e. Pazarlama ise sosyal bir bilim. O günün sosyolojik, ekonomik ve kültürel Dünya düzenine göre değişip, şekil alan bir dal. Değişmez kanunlara dayalı değil, fikir birliğine ve yüksek istatistiki yüzdelere dayalı. Bugün işe yarayan dinamikler geçmişte işe yaramazdı ya da gelecekte işlevsiz kalabilir. Bugün tutmayacak bir pazarlama tekniği ilerde acayip sükse de yapabilir. O yüzden pazarlama konusunda çalışacak insanların iyi birer gözlemci olması gerekir. Çevresinde olup bitenin farkında olmalı, gündemi takip etmeli, sürekli değişen dünyaya kendini adapte edebilmeli. Yapacağı işin katı kuralları olmadığı için özgür düşünebilmeli. Ve düşündüklerini hayata geçirirken kıyaslama yapabileceği bir kaynak olmayacağından risk almaktan kaçınmamalı. Bütün bunları yaparkende yaratıcı olabilmeli, sanatsal bir kafa isteyen bir bilim dalı yani.

Bu özelliklere sahip olmak her insana cazip gelmeyebilir tabi. Hele ki Finans seçip severek okuyanlara hiç cazip gelmeyecektir; hesapsız risk almak onların kitabına çok ters bir kavram. Ancak unutulmaması gereken bir şey var: Büyük risk almadan büyük kazanamazsın. Bugün Fortune 100'e giren zenginlerin hemen hepsi, rasyonel düşünen insanların hayatta almayacağı riskleri göze aldığı için o listede. Üniversiteyi büyük idealleri olan bir insan olarak bitiriyorsanız risk alma yetisine kesinlikle sahip olmalısınız.

Bu gibi düşüncelerimi genellikle kendime saklarım ancak bu yazıyı okulda benim gibi düşünen insanlara moral olması için kaleme almaya karar verdim. Marketing seçenler! Kendinize bu kadar yüklenmeyin. Seçtiğiniz uzmanlık alanı son derece geçerli ve ilerde yaşam kalitenizi büyük ölçüde arttıracak donanımlara sahip. Diğer uzmanlık alanını seçen insanların daha çok şey öğrendiğini (ezberlediğini) düşünüp kendinize haksızlık etmeyin. Çünkü onların seçtiği hayat ve ona erişmeleri için yapmaları gereken şeyler sizinkinden çok daha farklı... Hangisi daha iyi tamamen göreceli bir konu, ancak ben şahsen kesinlikle bir bankada ya da audit şirketinde ömrümün sonuna kadar aynı şeyi yapamam. O yüzden tekrar yazının başındaki düşünceme dönmüş bulunuyorum: İşletme çok kolay ve zevkli...

28.01.2010

The new Apple iPad. Is it really iBad?

28.01.2010 1
Evet başık biraz adi oldu, ama şu günlerde insan nasıl daha yaratıcı olsun ki... Baksanıza Apple bile inovasyondan bezmiş, elinde olan ürünlerin büyüklerini yapmaktan öteye gid
emiyor üretkenlikleri. Dün Ankara'ya yağan karın getirdiği ev hapsi ile dün akşam MacWorld'deki iPad tanıtımını canlı izleyeyim dedim. Hay
atımdan çalınan 3 saatten başka bir nanesi olmadı. Uzun süredir bekliyordum böyle bir ürün, ancak benim için hayal kırıklığı oldu biraz...

Tablet PC konsepti epey eski birşey aslında. Hatta fikir ta 1966 da, daha ortada adam akıllı laptoplar yokken Gene Rodenberry tarafından ortaya atılmış. Dönemin popüler bilim kurgu dizisi Star Trek'te uzay gemisi kaptanları raporlarını "tablet pc vari" cihazlardan okuyorlar...


Bugüne kadar da pek çok uygulaması oldu. Çeşitli laptop üreticisi kendi tablet pc modellerini piyasaya sürdü durdu. Windows XP lisi, hem laptop hem tablet olanlar falan. Klavyesiz, kayvan gibi ağır laptoptan farksızdılar. "İş yaşamının vazgeçilmez bir parçası olacak" diye lanse ettiler, kullanışsızlıkları yüzünden unutulup gitti...

Şimdi de Apple bu niş markette şansını denemek istiyor. Olaya yaklaşımları ise laptop ile iPhone arasına konumlandırılacak, büyütülmüş bir iPod Touch üretmek. Beni hayal kırıklığına uğratan da bu oldu zaten. iPhone'un büyüğü yerine MacBook'un daha küçüğü gibi olacak bir alet bekliyordum çünkü. iPad'de tıpkı iPhone gibi (hatta iPhone ile hemen hemen aynı) bir işletim sistemine sahip olacak. Dilediğiniz programı dilediğiniz gibi kuramayacaksınız, dışardan USB ile cihaz bağlayamayacaksınız vs.. Tipik bir mobil Apple ürünü olmuş yani. Kitap okumaya, film ve video izlemeye, internete girmeye, e-mail kontrol etmeye yönelik bir cihaz olmuş.


Durum böyle olunca epey yaygara koptu tabi internet aleminde. "Bu ne işe yaramaz bir alet?!" i "Tikkiler için luzumsuz bir ürün üretmiş Apple", "Ne gerek var buna" vs. gibi yorumlarla kasıp kavruluyor ortalık. Apple'ın yeni ürünü yine çok ses getirdi, ama büyük bir kısmı olumsuz. Bugün NYSE'de hisselerinin %4 düşmesinin sebebi de bu olsa gerek. Steve Jobs'un innovatif dehası ve Apple'ın pazarlama divaları bu sefer işe yaramayacak gibi...



Evet, iPad bende de hayal kırıklığı yarattı ama bu alet hakkında ne düşünüyorum biliyor musunuz? Bence son derece güzel konumlandırılmış, kullanışlı bir alet olacak. Hatta bir tane almayı bile planlıyorum. 499$ böyle bir alet için pahalı da sayılmaz. Sabah uyandığınızda başucunuzda olduğunu düşünün, kalkar kalkmaz maillarınızı kontrol edebilir, ajandadan o günkü programınızı gözden geçirebilirsiniz. Kahvaltı ederken günün gazetelerini okuyabilirsiniz. Fotoğraf albümü olarak kullanabilirsin, Portable DVD player niyetine kullanabilirsin, her an her istediğin yerde bi e-book satın alıp okumaya başlayabilirsin... İnternete girmek için yapılan o küçük netbooklardan çok daha kullanışlı olacağı da kesin...


Apple'ın tanıtımının ardından HP ve Asus da kendi 10'' lik tablet lerini tanıttılar. HP'ninki Windows 7 çalıştırıyor mesela. Yani normal bir PC'de yapabileceğiniz hemen herşeyi yapabilirsiniz demek bu. Ancak mobil bir cihaza windows koymak ne kadar kullanışlı olur tartışılır... Örneğin çöktüğünde dokunmatik ekranla nasıl ctrl+alt+del yapabilirsin ki? =)

Apple'ın iPhone'da olduğu gibi iPad'de başarılı olması bence çok muhtemel. Çünkü arayüzü çok, çok basit. Tamam, bir bilgisayar gibi herşeyi yapmıyor. Flash sitelere giremiyor mesela. Ancak yaptığı şeyleri de çok hızlı ve sorunsuz yapıyor. Kaçınızın iPhone'u çöktü? Eminim kimsenin çökmemiştir. Nokia N97 falan kullananlar ağlıyor stabil olmadığı için (kullanamıyorlar yani haha) Zaten önemli olan da bu değil mi? İstikrar...


 
Marvelous Thoughts ◄Design by Pocket, BlogBulk Blogger Templates